Ana içeriğe atla

Translate

Önemli Açıklama!

Burada paylaştığım ve paylaşacağım her türdeki eser, tamamıyla ve yalnızca bana aittir. Farklı bir platformda, eserlerimden izinsiz alıntı yapanlara, eserlerimin tamamını veya bir kısmını kopyalayanlara karşı, her türlü hukuki süreci izleyeceğime emin olabilirsiniz.

Yalnızca kaynak gösterilmesi ve izin alınması koşuluyla alıntı yapılabilir.

Üstelik bu platformda; gelişmeyi desteklemeyen hiçbir eleştiri, dikkate alınmamaktadır...

No.3 / Kırmızı Eşofman


 


    Ertesi gün Aslan amca dükkana gelmeden içeriyi düzenleyip temizledim bile. Koltuğunun altına sıkıştırdığı simitlerden, sıcacık duman tüterken Aslan amca içeri girdi.

"Ohoo bu böyle olmaz evlat. Sen ya sıkıldın, ya da iş istiyorsun?"

"Yahu Aslan amca, burada çalışıyorum ya."

İçtenlikle güldü.

"Ben sana kaç lira verebilirim ki? Hem turşulardan bahsetmiştik, seni biriyle tanıştıracağım bugün."

"Kiminle Aslan amcam?"

"Soruyu bırak da iki çay söyle önce."

Çaylar geldikten sonra usulca çayını karıştırarak sıcacık simitten küçük bir parça aldı.

"İhsan Usta vardır, Aziziye'nin ilerisinde, Kadınlar Pazarı içinde turşucu dükkanı var. Yanında çalış da sana hem sabrı da öğretsin evlat."

"Ben ne anlarım turşudan Allah aşkına?" 

"İhsan Usta senden anlar ama. İtiraz istemiyorum, kendi düzenini kurana dek yanında olursun."

"Niyetin beni göndermekse bilemem vallahi."

"Bu kapıdan girenin bir ayağı hep içeride kalır evlat."

Kahvaltı sonrası dükkanı kapatıp yola koyulduk. Bu arada Kadınlar Pazarı diye halk dilinde tabir edilen pazar, aslında Melike Hatun Çarşısı'dır. Rampalı'dan Bedesten'e uzanan sokakta ilerlerken insanlar daha yakın göründü gözüme. Sanırım bu zamana dair yabancılığımdan sıyrılmaya başlamıştım. Farkında olmadan adımlarım hızlanmıştı.

"Ne bu heyecan evlat, turşuları çok mu seversin yoksa?"

"Bak işte bayılırım Aslan amca ama benim heyecanım bu zamana. Sana ilerideki yirmi seneyi özetlesem şu an yirmi yıl daha yaşlanırız."

"Mümkündür evlat, sen yirmi adımda bugüne geldin sonuçta."

Kahkahaya boğulurken Bedesten'i de geçerek Aziziye Cami'ye ulaştık. Gözlerime inanamadım. Çevresi yemyeşildi, hele ki Mevlana Meydanı'ndaki ağaçlar...

"Şuraya baksana Aslan amcam."

"Ne olmuş evlat? Ha anladım, senin zamanında nasıl buralar?"

"Nasıl olacak, bir tane ağaç yok! Bak meydandaki asırlık ağaçlar var ya, onların hepsini kaldırıp betona, mermere boğdular zemini."

"Bu üzücüymüş işte. O ağaçlar üç Türk devleti gördü, ömürlerinde."

Aslan amca sırtıma dokunurken, kederli bir tebessümle Aziziye Cami'nin heybetini seyre daldım. Selimiye ve Süleymaniye ile birlikte, manevi huzuru bulduğum tek yer Aziziye'ydi. Camiyi tam da meydandan gören turşu dükkanına girdik. İçeride belki elli çeşit turşu vardı. Asıl dikkatimi çeken şeyse, İhsan Usta olduğunu düşündüğüm adamın çok güzel ud çalıyor oluşuydu. Bizi görünce gülümseyip udu yavaşça kenara bıraktı. 

"Aman aman, Aslan Ağa gelmiş. Bu ne güzel sürpriz böyle?"

"Duydum ki, dükkanda yalnız kalınca Bahtiyar'la daha çok vakit geçirir olmuşsun. Bizim cengaveri seninle tanıştırmak istedim, asıl sürpriz onun yüreğindedir."

Oturup kahvelerimizi içerken udun isminin Bahtiyar olduğunu öğrendim. Tabii benim hikayem Bahtiyar'dan çok daha ilgi çekiciydi. 

"Aslan amcan doğru söylemiş yiğidim. Sen benim yanımda biraz çalış bakalım. Senden öğrenecek çok şeyimiz olacak belli ki, ee eşek değiliz ya, biz de sana Bahtiyar'ın dilinden bahsederiz."

"Estağfurullah usta, o nasıl söz?"

Sevinçle dizime vurdu.

"Turşular da en çok sabrı öğretir, hem şimdiden kaptın sen işi ha."

"Eyvallah ama yarın iş başı yapsam olur mu?"

İhsan Usta hayda dercesine Aslan amcaya baktı.

"Dakika bir, gol bir paşam. Bunlar zamane gençliği Aslan Ağa'm."

"Hem de bayağı ileri bir zamanın." diyerek güldü. "Bugün ne maceran var evlat?"

"Bizim Tayfun'a söz vermiş gibi oldum, onunla bir görüşeyim istiyorum."

"Sahi yav, dükkana damlamıştır bile hayta. Usta müsaaden varsa, yarın gelsin bizim cengaver."

Küçük bir tabağa birkaç tane kornişon turşusu koyan İhsan Usta, sevecen bir tavırla bizi uğurladı. Turşular cidden müthişti, kendimi zor tutup Tayfun'a da iki tane ayırdım. Aynen de düşündüğümüz gibi dükkanın kapısında bekliyordu. Nerede olduğumuzu merak etse de turşular daha cazip gelmiş olmalıydı.

"Of be, harikaymış abi bunlar."

"Tayfun, bir daha bana abi diye hitap edersen dükkandaki en büyük ansiklopediyi vuracam kafana."

"Aman aman, biliyorum o kitabı. Antik Mısır tarihini anlatan bir cilt."

"Deme yav, bu gece okuyayım bari."

"Kitapları aldığın yere bırakıyorsun değil mi evlat?"

"Herhalde Aslan amcam, ben kendi kitaplarım toz olmasın diye hep kapalı dolaplarda saklarım. Yürü bakalım Tayfun, seninle biraz gezintiye çıkalım."

"Nereye gidiyoruz ki?"

"Valla yolumuz uzun, sadece ondan eminim gardaşım, hadi." 

Yine Alaaddin duraklarına ulaştık ve durakta beklerken Tayfun'un, montunun içine giydiği ceket dikkatimi çekti.

"Sen şu ceketi nereden aldın yav?"

"Zafer'den, Kırmızı Çarşı'da buldum."

"İyi iyi, dönüşte bir uğrayalım bakalım. Heh otobüs geldi."

"Bu seksen sekiz numara ama. Ne işimiz var, bu otobüs ta köye gider."

"Ulan ne laf ettin ha? Bir gezip gelelim oğlum, bir yere bakacam o taraflarda."

Yolculuğumuz en az kırk beş dakika sürdü. Otobüs Pamukçu Köyü'ne ulaştıktan sonra dönüş için yeniden kart tuttuk. Etraf daha bir yeşil ve oldukça tenhaydı. Otobüs şoförü de köydeki çeşmeden bizimle birlikte su içti. Dönüşte ise Tayfun'un merakını hissedercesine "Yahu gençler, siz onca yolu niye geldiniz? Bulamadığınız bir yer varsa sorun bana." dedi.

"Yok kaptan yok, buralardan bir arkadaşımın ailesi bahçe almış da, ona bakalım dedik."

"İlahi oğlum, ta buralardan kim bahçe alır?"

"Haklısın valla kaptan."

Tayfun fısıltıyla araya girdi.

"Harbiden, ne iş?"

"Ne olacak Tayfun, köyün gerisindeki şu tepeleri görüyor musun?"

"Evet."

"İşte oraya yıllar sonra Toki yapılacak, bir arkadaşım da buraya taşınacak maalesef." 

"Aa, biz şimdiden arsa alalım buradan, değerlenir."

"Hazine arazisi lan burası! Koca dağdan nereyi alacaksın ayrıca?" 

    Zafer Meydanı'na döndüğümüzde, Tayfun'un dediği dükkana gittik. Vay, vay, vay... Şu gömleklere, ceketlere, sweatshirtlere bak! Tabii bu düşüncelerim sesli olmuştu maalesef. Tezgahın başındaki eleman, anlamsız bakışlarla bizi süzdü.

"Hoş geldiniz, bu ürünler çoğu yerde vardır ama bizim fiyatlarımız daha uygundur."

"Hoş bulduk gardaş, eminim her yerde olduğuna. Gerçi keşke her zaman olsaydı ya neyse. Yok canım! Şu ceket, Badi Ekrem'in eşofmanı değil mi? Ne kadar bu?"

"Doğrudur ama orijinal değil tabii. Fiyatı elli lira."

"Orijinali satılır mı lan? Sen o fiyatı düş bakayım."

"Son fiyat bu valla, orijinaline çok yakındır."

"Tayfun yürü, yoksa ben çekirgeye dönüşecem."

"Tamam sizin için kırk olsun."

"Gidelim Tayfun."

"Peki, peki otuz beş ama bu son."

"Paketle gardaş."

Çarşıdan çıktığımızda Tayfun'un omzuna elimi koydum.

"Tam bir gerizekalı ya! Bak Tayfun, bu güzelim moda, böyle hıyarlar yüzünden bitti. Sonra saçma sapan ürünler geldi, bunların yerine."

"Yok ya, bence bu ceket için o kadar zorluk çıkardı."

"Ondan değil aslanım, sen bir de benim zamanları gör. İran halısı satıyor sanki çakallar."

Aslan amcanın yanına gidiyorduk ki, Alaaddin Tepesi'ndeki çay bahçesine gözüm takıldı. İki Türk kahvesi söyledik.

"Çok da hesaplı değilmiş burası ya."

"Deli misin Tayfun? Bu iki kahve en az kırk lira, geldiğim zamanda."

"Oov... Üstüne çay da içelim diyecem de, onu Aslan amcayla içeriz artık."

Kahveleri içerken Tayfun'a Hamza'dan bahsettim. Fotoğrafı görünce çok şaşırdı.

"Vay be! Geldiğin zamana geri dönebilsen arkadaşın ne düşünürdü acaba? Biz de fotoğraf çekinelim mi ya? Geri dönersen, beni bulup gösterirsin bana. Senin telefonu da görünce kimse şaşırmıyo yalnız he."

Harbiden yav, niye kimse 2002 senesinde akıllı telefona şaşırmıyor?

Yorumlar

Posta Kutusu

Ad

E-posta *

Mesaj *